19 Aralık 2008 Cuma

Ne yapmalı ? Cemil Ertem

Ne yapmalı?

 

İşte şimdi esas meseleye geldik. Bu hafta Arjantin, daha önceki krizlerde de görüldüğü gibi, ilk ve en radikal hamleyi yaptı. Zor durumda olan emeklilik fonlarını devletleştirdi. Bu fonların 30 milyar dolar civarında olduğu söyleniyor. Ve tabii bu operasyon haberi çıkar çıkmaz Arjantin piyasası alt üst oldu.

 Arjantin bütün kriz dönemlerinde çok tartışılır ve radikal kararlar aldı. En son 2005 yılında yapılan borç takası da hala tartışılır. Ama bu operasyon sonrası Arjantin önemli bir avantaj sağladı. Bu tarihin en büyük borç takası idi. Yaklaşık 103 milyar dolarlık dış borcu Arjantin 41.8 milyar dolar değerindeki kağıtla takas etti. Peki, alacaklılar buna razı oldu mu; tabii çünkü yapacak başka bir şey yoktu. Çoğu bankalar, emeklilik kuruluşları ve Avrupalı bireysel yatırımcılardan oluşan alacaklılar paralarının yüzde 70’ine veda edip Arjantin’in borç takası önerisini kabul etti. Daha önce de,  2001 yılının sonunda da,  Arjantin 100 milyara yakın borcu ödeyemeyeceğini deklare etmişti. Bu borç ödememe ve borç takası süreçlerinden sonra Arjantin büyümeyi ve işsizliği aşağıya indirmeyi başardı. Ancak Arjantin’in borçları devlet borçları idi. Bugün aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çoğu gelişmekte olan ülkenin kamu borcu sıkıntısı yok. Şimdi sorun özel sektörün borçları. Peki, hem dünyada hem de bizde dolara olan talep sürecek mi? Evet, ABD dolar basmadıkça dolara olan talep sürecek. Çünkü ortada efektif olarak dolar yok.

Trilyonlarca dolarlık paketler, kurtarma operasyonları hepsi kaydı olarak gerçekleşiyor. Bush hükümeti de dolar basmayı artık Demokratlara bırakıyor. Çünkü basılan ve efektif olarak piyasaya sürülen her dolar ABD için bir yükümlülüktür. Ödenmesi gereken bir senettir yani. Aynı şey euro için de geçerlidir. Önümüzdeki günlerde euroya da-efektif anlamda-  talep artacaktır. İşte aralarında Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte olan ülkelerin en büyük sorunu budur ve bu ülkeler ABD’nin dolar basmaya başlamasına kadar korkulu rüya görecekler.

Aslında geriye baktığımızda 1990’lı yıların başından bugüne Asya, Latin Amerika deneyimleri çok özlü kriz dersleriyle dolu.

İçlerinde Türkiye’nin de bulunduğu “gelişmekte olan” Asya ve Latin Amerika ülkeleri finansal dışa açıklık-kriz-daralma ve düzenleme sarmalında çok hareketli bir 10-15 yıl geçirdiler. Bu ülkelerin hepsinde bu süreçte benzer ekonomik çizgi izlendi. Bir kere yerel para aşırı değerli oldu, dış borçlanma kolaylaştı ve ciddi büyüme artışları sağlandı. Şu tez doğru değildir; “büyüme sanaldır; aslında bu ülkeler büyümedi.” Hayır, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bu ülkeler çok ciddi büyüme oranları yakaladılar. Ama finans piyasalarında yaşanan tekelci yoğunlaşma ve merkezileşme aşırı borçlanmaya ve dışarıdan gelen kaynakları etkin kullanamamaya yol açtı. Bu süreçte Türkiye’de ki mali yapılanmaya baktığımızda bunu görürüz. Doksanlı yılların başından 2001’e kadar banka sistemi bir yağma aracı olarak kullanıldı. 2001 krizinden sonra ise hızla gelen yabancılaşma ve düzenleme süreci kaynakların etkin kullanılmasını, doğru yerlere yönlendirilmesine fırsat vermedi. Zaten bütün bu süreçteki fiyat dengesi, yüksek reel faize ve yerli paranın değerli olmasına bağlı olarak şekillendi. Bu dengeye bağlı oluşan yatırım ortamının hiçbir zaman etkinliği ve sürekliliği olmadı. Bu açıdan bütün bu ülkelerde yerli paranın değerli olmasına karşı dolarizasyon hep var oldu. Ve bu olgu devalüasyon beklentisiyle birlikte sistemik bir risk kaynağı olarak mali piyasalarının derinleşmesini önledi.

Kurun elverişli olması ve uluslar arası piyasalarda borçlanmanın kolaylığı özel sektörü aşırı riskli yatırımlara itti. Bu aynı zamanda yatırımların gelecekte de etkin ve yerinde olmamasını sağladı. Yani yapılan yatırımların, bir kriz süreci dâhil, geri dönüşü her zaman çok riskli idi.

İşte şimdi bu ülkeler bu sürecin sancılarını çekecekler. Yapılan riskli yatırımlar, aşırı borçlanma, derin olmayan ve doğru kullanılamayan mali yapı herkesin burnundan fitil fitil gelecek.

Peki ne yapılabilir? İktisatta kısa vade de yapılacak bir şey yoktur. Ancak orta vade için bir paket geliştirebilirsiniz.

Gelen kriz dalgasının Türk ekonomisine etkisi hem dış talep daralması hem de dış kredilerde daralma kanalıyla gerçekleşecektir. Banka sisteminden bu dönemde reel sektörü rahatlatacak kredi düzenlemesi beklenmemelidir. Bu açıdan krizin sosyal boyutunu hafifletmek için yalnızca sanayici KOBİ’lere yönelik bir Acil Müdahale Fonu oluşturulabilir. Bu konuda kaynak için hükümetin Orta Vadeli Mali Program çerçevesinde ve Bütçe’de çok hızlı bir revizyon yapması gerekir. Bir diğer önemli konu da IMF meselesidir. IMF ile yeni bir stand-by, bu dönemde, Maliye Politikası esnekliğini kaybettirir. Bu dönemde bir hükümet eğer intihar etmek istiyorsa bunu yapar. Son Macaristan örneği ortada.

Bu süreçte Türkiye’nin temel riskleri döviz, faiz ve dış-iç talepteki olağan dışı daralmadır.

Faizlerin döviz kurundaki yükselmeyle birlikte-eş anlı- hızlı yükselmesi müdahaleyi ve belki de cari para politikasında revizyonu gerektirecek bir durumdur. Bu açıdan Merkez Bankası’nın enflasyona razı olmak gibi bir tercihi olabilir ki, bu durumun ehven-i şer olacağı,  açıktır. Yani bu kadar yüksek reel faizle ve sıkı para politikasıyla devam edemeyebiliriz.

Şimdi bu dönemde alınacak önlemler konusunda herkes bir şey söylüyor. Böyle bir köşe yazısında şu yapılmalı bu yapılmalı diye yazılmaz; çünkü iktisat politikası denilen şey bir bütündür. Ve buralara sığmaz. Bu yazıda böyle yaparak yalnızca şunu anlatmaya çalıştım: Artık çok açık olarak var olan ve şimdiye kadar uygulanan programlar bitti. Yeni bir program gerekiyor. Neoliberalizm kaynaklı iktisat programlarının artık çözümsüz olduğu kesinleşti. Ama yalnızca neoliberalizme karşıyız demekle de olmuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder