12 Mart 2009 Perşembe
19 Aralık 2008 Cuma
DENKLEMİ YENİ SOL ÇÖZECEK
DENKLEMİ YENİ SOL ÇÖZECEK
Yaşadığımız krizin boyutlarını şimdiden öngörmemiz çok güç. Ama her kriz bir yeniden yapılanma olduğuna göre, şu sıralar çok hızlı bir değişim yaşadığımız da çok görülür bir şey. Tabii hızlı olan her şeyde olduğu gibi zaman zaman komik durumlarla da karşılaşıyoruz. Örneğin İran, finans sistemini, bankaları özelleştirmeye çalışırken Amerika, zorunlu olarak, bankaları devletleştiriyor. ABD’de halen dokuz bankaya hükümet el koymuş durumda. Ama el konulanlara benzer ya da sonları gözüken yüzden fazla banka olduğu söyleniyor. Kapitalizmin anarşik işleyişi serbest piyasaya geçit vermiyor. Gerçek anlamda piyasa mekanizmasının olmaması aynı zamanda bir kriz nedeni. Ama kapitalizmin bugünkü yapısı içersinde bu mekanizmanın işlemesi imkânsız.
O zaman karşımızda çözümsüz tarihî bir denklem mi var? Aslında pek öyle değil; kapitalizmin görünmez eli ve devletin demir eli dışında bir başka seçenek mümkün olabilir diye düşünüyorum. Tabii bu seçeneğin sosyalizm adıyla anılacağından da hiç şüphem yok. Sosyalizmi bir ütopya olmaktan çıkarıp ete kemiğe büründürmek için temel olandan başlamak gerekecek. Yani iktisattan. Yalnız bu konuda geçmiş deneyimler oldukça sabıkalı ve başarısız. Özgürlükçü Sosyalizmin temel çıkış noktası ne olacak? Nasıl bir iktisadi anlayıştan hareket ederek yeni bir dünyanın temellerini atacağız.
Sovyetler’de Preobrazenskiy, yeni toplumun yasalarını incelerken sıradan ama temel bir saptama yapıyordu: “Her mekanizma, içinde yer aldığı ekonomik yapıya bağlıdır.” Ancak bunu söyledikten sonra değer yasasının yerini planlı ilişkilerin alması gerektiğine işaret ederek devletin sönümlenmesinde, planın ve yukarıdan müdahalenin başat faktörler olduğunu vurguluyordu. Oysa tersi oldu. Plan, en ince ayrıntısına kadar uygulandı ama devlet söneceği yerde gelişti. Ve Preobrazenskiy’nin yabancılaşmanın kaynağı dediği değer yasası varlığını sinsice korudu. Fiyatlar hep var oldu. Tek ülkede sosyalizm adı altında, aslında meta üretiminin olduğu, değer yasasının, bürokratik parti ve devlet eliti adına işlediği acayip bir parti diktatörlüğü kurulmuştu. Öte yandan dünyanın diğer yarısında kapitalizm, en büyük kriz karşısında yeni düzenleme teorileri ve araçları geliştiriyordu. Piyasanın tek başına kapitalizm krizini çözemeyeceğini Keynes söylüyordu. Ancak Keynesçi araçlar da, bir müddet sonra, çaresiz kaldı. Sonunda yeni ve uzun bir büyüme dönemini olanaklı kılan koşulları ikinci savaş sağladı. Ancak savaş sonrası düzenleme kavramı, hem liberal iktisatçılardan hem de Marksist iktisatçılardan rağbet gördü. Kapitalizm düzenlenebilirdi. Sağdakiler devleti kullanarak kapitalist ekonominin düzenlenebileceğini ve hatta planlanabileceğini iddia ettiler. Soldakiler ise planlama ve merkezî belirleyici araçlarla yeni bir toplumun oluşturulacağını sandılar. Bu ikinciler birçok açıdan daha şanssızdı. Çünkü eski toplumun araçlarıyla yeni bir toplumun inşası imkânsızdı. Bu konudaki her ısrar, eskiyi aratacak çok daha derin sorunlara yol açıyordu.
Piyasa dağıtımının karşısına “plan dogma”sını çıkarırsanız bir şey yapmış sayılmazsınız. Gerçekten de geleneksel sosyalist öğreti, piyasa dağıtımının karşısına şimdiye değin yalnızca planlamayı çıkarabildi. Planlama ise, ister geleneksel isterse özyönetim uygulamasının bir biçimi olarak “demokratik” olsun, meta üretimini veri alır ancak onun doğal bir sonucu olan fiyat olgusunu reddeder. Bunu böyle yapmak zorundadır çünkü yapmazsa zaten planlama olmaz. Bu bir, ikinci olan ve konjonktür olarak daha önemli olan, planlamanın her biçiminin, ulusal ekonomiyi baz alarak oluşturulmasıdır. Yani planın gereklerine göre bazı sektörlerde korunan (kapalı) bazı sektörlerde açık bir ekonomi inşası ancak geçmişte, ulusal ekonomilerde, olabilirdi. Bugün böyle bir şeyin mümkün olmayacağı çok açık.
Niye bugün sol hâlâ her şeyin ulusal sınırlar içinde olup biteceğini düşünüyor. Bu böyle olmayacak artık. Kapitalizm bunu böyle yapmıyor ki… O zaman, kapitalizmin ulusal pazarı düzenleme araçlarının başına demokrasi sözcüğünü ekleyip, sosyalist bir kavrammış gibi, birbirimize niye yutturuyoruz?
Kim ne derse desin hiçbir sosyalist hareket, bugün dünyanın hiçbir yerinde piyasa yerine plan anlayışını koyup iktidara gelemez. Burada önemli olan bölüşüm ilişkilerinin piyasa mekanizmasından soyutlanmasıdır. Bu konuya devam edeceğiz.
Son bir haftadır yapılan tartışmalar için de son söz: “Eski” geride kaldı. Yeni bir dünyanın kapılarını aralama zamanı geldi.
Ne yapmalı ? Cemil Ertem
Ne yapmalı?
İşte şimdi esas meseleye geldik. Bu hafta Arjantin, daha önceki krizlerde de görüldüğü gibi, ilk ve en radikal hamleyi yaptı. Zor durumda olan emeklilik fonlarını devletleştirdi. Bu fonların 30 milyar dolar civarında olduğu söyleniyor. Ve tabii bu operasyon haberi çıkar çıkmaz Arjantin piyasası alt üst oldu.
Arjantin bütün kriz dönemlerinde çok tartışılır ve radikal kararlar aldı. En son 2005 yılında yapılan borç takası da hala tartışılır. Ama bu operasyon sonrası Arjantin önemli bir avantaj sağladı. Bu tarihin en büyük borç takası idi. Yaklaşık 103 milyar dolarlık dış borcu Arjantin 41.8 milyar dolar değerindeki kağıtla takas etti. Peki, alacaklılar buna razı oldu mu; tabii çünkü yapacak başka bir şey yoktu. Çoğu bankalar, emeklilik kuruluşları ve Avrupalı bireysel yatırımcılardan oluşan alacaklılar paralarının yüzde 70’ine veda edip Arjantin’in borç takası önerisini kabul etti. Daha önce de, 2001 yılının sonunda da, Arjantin 100 milyara yakın borcu ödeyemeyeceğini deklare etmişti. Bu borç ödememe ve borç takası süreçlerinden sonra Arjantin büyümeyi ve işsizliği aşağıya indirmeyi başardı. Ancak Arjantin’in borçları devlet borçları idi. Bugün aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çoğu gelişmekte olan ülkenin kamu borcu sıkıntısı yok. Şimdi sorun özel sektörün borçları. Peki, hem dünyada hem de bizde dolara olan talep sürecek mi? Evet, ABD dolar basmadıkça dolara olan talep sürecek. Çünkü ortada efektif olarak dolar yok.
Trilyonlarca dolarlık paketler, kurtarma operasyonları hepsi kaydı olarak gerçekleşiyor. Bush hükümeti de dolar basmayı artık Demokratlara bırakıyor. Çünkü basılan ve efektif olarak piyasaya sürülen her dolar ABD için bir yükümlülüktür. Ödenmesi gereken bir senettir yani. Aynı şey euro için de geçerlidir. Önümüzdeki günlerde euroya da-efektif anlamda- talep artacaktır. İşte aralarında Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte olan ülkelerin en büyük sorunu budur ve bu ülkeler ABD’nin dolar basmaya başlamasına kadar korkulu rüya görecekler.
Aslında geriye baktığımızda 1990’lı yıların başından bugüne Asya, Latin Amerika deneyimleri çok özlü kriz dersleriyle dolu.
İçlerinde Türkiye’nin de bulunduğu “gelişmekte olan” Asya ve Latin Amerika ülkeleri finansal dışa açıklık-kriz-daralma ve düzenleme sarmalında çok hareketli bir 10-15 yıl geçirdiler. Bu ülkelerin hepsinde bu süreçte benzer ekonomik çizgi izlendi. Bir kere yerel para aşırı değerli oldu, dış borçlanma kolaylaştı ve ciddi büyüme artışları sağlandı. Şu tez doğru değildir; “büyüme sanaldır; aslında bu ülkeler büyümedi.” Hayır, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bu ülkeler çok ciddi büyüme oranları yakaladılar. Ama finans piyasalarında yaşanan tekelci yoğunlaşma ve merkezileşme aşırı borçlanmaya ve dışarıdan gelen kaynakları etkin kullanamamaya yol açtı. Bu süreçte Türkiye’de ki mali yapılanmaya baktığımızda bunu görürüz. Doksanlı yılların başından 2001’e kadar banka sistemi bir yağma aracı olarak kullanıldı. 2001 krizinden sonra ise hızla gelen yabancılaşma ve düzenleme süreci kaynakların etkin kullanılmasını, doğru yerlere yönlendirilmesine fırsat vermedi. Zaten bütün bu süreçteki fiyat dengesi, yüksek reel faize ve yerli paranın değerli olmasına bağlı olarak şekillendi. Bu dengeye bağlı oluşan yatırım ortamının hiçbir zaman etkinliği ve sürekliliği olmadı. Bu açıdan bütün bu ülkelerde yerli paranın değerli olmasına karşı dolarizasyon hep var oldu. Ve bu olgu devalüasyon beklentisiyle birlikte sistemik bir risk kaynağı olarak mali piyasalarının derinleşmesini önledi.
Kurun elverişli olması ve uluslar arası piyasalarda borçlanmanın kolaylığı özel sektörü aşırı riskli yatırımlara itti. Bu aynı zamanda yatırımların gelecekte de etkin ve yerinde olmamasını sağladı. Yani yapılan yatırımların, bir kriz süreci dâhil, geri dönüşü her zaman çok riskli idi.
İşte şimdi bu ülkeler bu sürecin sancılarını çekecekler. Yapılan riskli yatırımlar, aşırı borçlanma, derin olmayan ve doğru kullanılamayan mali yapı herkesin burnundan fitil fitil gelecek.
Peki ne yapılabilir? İktisatta kısa vade de yapılacak bir şey yoktur. Ancak orta vade için bir paket geliştirebilirsiniz.
Gelen kriz dalgasının Türk ekonomisine etkisi hem dış talep daralması hem de dış kredilerde daralma kanalıyla gerçekleşecektir. Banka sisteminden bu dönemde reel sektörü rahatlatacak kredi düzenlemesi beklenmemelidir. Bu açıdan krizin sosyal boyutunu hafifletmek için yalnızca sanayici KOBİ’lere yönelik bir Acil Müdahale Fonu oluşturulabilir. Bu konuda kaynak için hükümetin Orta Vadeli Mali Program çerçevesinde ve Bütçe’de çok hızlı bir revizyon yapması gerekir. Bir diğer önemli konu da IMF meselesidir. IMF ile yeni bir stand-by, bu dönemde, Maliye Politikası esnekliğini kaybettirir. Bu dönemde bir hükümet eğer intihar etmek istiyorsa bunu yapar. Son Macaristan örneği ortada.
Bu süreçte Türkiye’nin temel riskleri döviz, faiz ve dış-iç talepteki olağan dışı daralmadır.
Faizlerin döviz kurundaki yükselmeyle birlikte-eş anlı- hızlı yükselmesi müdahaleyi ve belki de cari para politikasında revizyonu gerektirecek bir durumdur. Bu açıdan Merkez Bankası’nın enflasyona razı olmak gibi bir tercihi olabilir ki, bu durumun ehven-i şer olacağı, açıktır. Yani bu kadar yüksek reel faizle ve sıkı para politikasıyla devam edemeyebiliriz.
Şimdi bu dönemde alınacak önlemler konusunda herkes bir şey söylüyor. Böyle bir köşe yazısında şu yapılmalı bu yapılmalı diye yazılmaz; çünkü iktisat politikası denilen şey bir bütündür. Ve buralara sığmaz. Bu yazıda böyle yaparak yalnızca şunu anlatmaya çalıştım: Artık çok açık olarak var olan ve şimdiye kadar uygulanan programlar bitti. Yeni bir program gerekiyor. Neoliberalizm kaynaklı iktisat programlarının artık çözümsüz olduğu kesinleşti. Ama yalnızca neoliberalizme karşıyız demekle de olmuyor.